Vietnam'dan Yeryüzü Notları

Vietnam'dan Yeryüzü Notları

Tarih: 11 Ekim 2018


Vietnam'dan Yeryüzü Notları

Yüzlerce Vietnamlı Tebessüm / 19 Ağustos 2018

Uçak 02.25 gibi havalandığında, bize, İstanbul'u, temsil ettiği, çağrıştırdığı, kavramsallaştırdığı, sembolleştirdiği her şeyi zihnimizde döndürerek seyretmek düştü yine. Öyle sanıyorum ki, dünyanın feri gitse İstanbul'un ve kardeşlerinin ışığı yetecek dünyayı aydınlatmaya. Bir şehir bu kadar mı özgüven verir kendisine sakin olmayı bilenlere? Bu şehirden güç alarak sıçrıyoruz sanki dünyanın dört bir yanına. Ve bu şehrin çağrısı olacak bizi geri döndüren.

Uçağımız karanlığa karıştı önce, bulutların arasından zaman zaman karşımıza çıkan küçük kasabaları, şehirleri seçebildik akabinde, çok değil bir süre sonra ufukta bir kızıllık belirdi. Uçağımızın yönü doğu olunca kaçınılmaz olanla karşılaşıyorduk neticede. Biz doğuya gittikçe doğu da bize geliyordu. Gecenin içine değil dışına çıkma yolculuğundaydık sanki. Oysa, aynı saatlerde batıya doğru uçuyor olsaydık karanlıktan çıkmak için daha çok zamana ihtiyacımız olacaktı. Şehirler neden batıya doğru büyürler öyleyse? Neden büyük göçler batıya doğrudur? Neden insanların önemli bir kısmı ‘doğu mu batı mı' sorusuna karşılık önce ‘hiç düşünmeden' batı derler de sonrasında ‘biraz düşünme imkânı bulduklarında' doğuyu gündemlerine almaya başlarlar? Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'su ne demektir mesela? Sezai Bey'in Doğunun Yedinci Oğlu neyimiz olur bizim?   ‘Anamı sorarsan büyük doğudur / Batı ki sırtımda paslı bıçaktır' diyen rahmetli Akif İnan ne demek istemişti? Batılıların ‘Doğu Sorunu' dedikleri şey neydi? ‘Batı-Doğu farklılaşması bir boğuşmadır. Batı-Doğu boğuşması, aslında Batı'nın Doğu'yu sömürmesi hırsına dayanır. Bu hırs, Batı'nın sömürme gücünün son zerrelerini yitirene kadar devam edecektir' diyen Kemal Tahir ne demeye getiriyordu? Doğu ne yana düşer, batı ne yana? Bu yolculukta veremezdim bu soruların cevaplarını ama yine de sormam gerekiyordu işte. Belki gittiğim yerde bulacaktım cevabını, kim bilir?

Uçağımız Ho Chi Minh City şehrindeki Tan Son Nhat havaalanına indikten hemen sonraki işimiz Vietnam vize sürecini tamamlamaktı. Vietnam vizesi iki ayaklı olarak veriliyor. Türkiye'deki konsolosluk vasıtası ile başvurunuzu yaparak bir evrak alıyorsunuz ve vize alım sürecini havaalanında tamamlıyorsunuz. Form dolduruyoruz. İki adet de vesikalık fotoğraf istiyorlar. Yanımda eskiden kalma fotoğraflarım var. Şimdi sakallıyım ama o fotoğraflardaki ben sakalsız. Neyse ki, vize almak için bekleyen İHH İnsani Yardım Vakfı ekibi de orada. Hep birlikte bir grup oluşturarak, adımıza bir kişinin toptan vermesini sağlıyoruz pasaportlarımızı. Vize ücretlerimizi pasaportlarımızı teslim ettikten sonra ödüyoruz. Ve o öldürücü bekleyişe koyuluyoruz. Karşımızda camlı bölmenin içerisinde ağır hareketlerle pasaportlarımızı oradan oraya taşıyan, zaman zaman bir araya gelen, zaman zaman bazı isimleri anons eden, bazen bir anda ortadan kaybolan apoletli askerler tarafından yürütülüyor işlemlerimiz. Camlı bölümün karşısında oturansa bizleriz. Her milletten varız neredeyse. Öylece bekliyoruz; reflekslerini bilmediğiniz bir devlet karşısında gıkını çıkarmadan, mümkün olduğunca sessiz, saatleri kollayarak, olan biteni gözlerimizle takip ederek. Türkiye'den iki iş adamı var biraz ilerimizde, bir gemi firmasından geliyorlar. Sonra iki genç kız, sırt çantaları, biraz dilleri ve çokça özgüvenleri var. Avrupalı bir çift ayakta beklemek durumundalar çünkü koşturup duran iki dünya güzeli çocuklarına nezaret etmek durumundalar. Hintliler biraz gerimizde. Çinliler, Afrikalılar filan..

Vizelerimizin onay bilgisi beliyor iki buçuk saat kadar sonra. Şimdi pasaport kuyruğundayız. Bir yarım saat de orası sürüyor. Sonrasında valizlerimizi alıyoruz. Ve havaalanının dışına çıkıyoruz. Yüzümüze sıcak ve kardeşlik çarpıyor. Hangisi önce bilmiyorum. O yüzden ben sıcak bir kardeşlik demiş olayım da asıl meramım anlaşılmış olsun.

Kısaya yakın orta boyu, gözlüğü, tıknazlığı, hafif ama çok hafif çekik gözleri, kumaş pantolonu, üzerinde gömleği ve muhteşem gülümsemesi ile Ahmet Emin duruyor karşımızda. Bizim oralardan gibi sanki, İç Anadolu'dan, belki Konya, belki Kayseri, belki Nevşehir. Selamlaşıyoruz ve sarılıyoruz. Sadece o an için bile değer bu yolculuğa desem belki ortamın samimiyetini anlatabilirim sizlere, belki.

Hava kararmış. Otele doğru ilerliyoruz. Yol boyunca o kadar çok motosiklet var ki anlatamam; yüksek binalar, ışıltılı bir gece ve çoğunluğu gençlerden oluşan çokça insan.

Saigon Meydanı'ndaki otelimize geliyoruz. Meydan kapalı. Eşyalarımızı alıp yürüyeceğiz bir miktar. Meydanda dev ekranlar kurulu, ses kolonlarından gençlerin şevkini doruklara taşıyacak anonslar yapılıyor. Müzik, eğlence, coşku var meydanda. Pazar günleri böyleymiş bu meydan. Birazdan İngiltere Premier Ligi'nden bir maçı verecekler bu dev ekranlara diyor Ahmet Emin. Yüzlerce Vietnamlı tebessümünün arasından geçerek ulaşıyoruz otelimize.

Eşyalarımızı bırakıp, biraz rahatladıktan sonra tekrar iniyoruz otelin lobisine.

Türkiye'de binlerce yılın damaklarda biriktirdiği benzersiz lezzet eşiği yurtdışındaki seyahatlerde hep karşınızda bir zorluk olarak yer alacaktır. Bu böyledir. Tabi bir de asıl önemli olan husus, helal/haram hassasiyetini gözetiyor oluşunuz. Hal böyle olunca yemek hususunda cesareti kırık insanlara dönüşüverirsiniz. Yardım kuruluşlarının yurtdışındaki faaliyetleri esnasında mihmandarlık yapanların Müslümanlardan oluşuyor oluşu bir konfor sağlıyor elbette. Lakin, tatlı ile tuzlunun karıştırılması, baharatın kullanım rahatlığı, yemeklerin hazırlık safhasına olan mesafeniz, alışık olmadığınız kokuların kaynağının belirsizliği, hijyen gibi faktörler hayli zorlar sizi. Bu konuda rahat yol arkadaşlarım olmadı değil hani, söylemeden geçmeyeyim.  Ama şu bir gerçektir, bu tarz seyahatlerde, valizlerin olmazsa olmazı vakumlanarak istif edilmiş lavaş, kavurma, peynir, zeytin ve illaki çaydır.

Ahmet Emin tecrübe sahibi tabi bu konuda. Yıllar yılı çok sevdiği Türkiye'den gelen misafirlerinin damak tatlarının neleri kaldırıp kaldıramayacağının farkında. Bizi anladığını da söylüyor üstelik, ben diyor, Türkiye'ye geldiğimde yiyemediğim yemek olmadı, sizi anlıyorum, sizin damak tadı çıtanız bir hayli yükseklerde. Öyleyse diyor, bir Türk lokantasına gidelim şimdi. Seni mi kıracağız Ahmet diyor içimizden biri gülerek, Ahmet'le birlikte hepimiz eşlik ediyoruz bu manalı espriye.

Neredeyse her türlü Türk yemeğini bulabileceğiniz Pasha isimli lokantadan çıktığımızda sıcak nem çarpıyor yüzümüze, üzerimizde taşımaya mecbur olduğumuz ıslak bir yorganı andıran o ağır geceye Türkçe ikram ederek yürüyoruz sokaklarda motosikletlerin, sokak satıcılarının ve gecenin ilerleyen saati olmasına rağmen sokaklara dökülmüş gençlerin arasından.

Otel odasına çekildiğimizde bu gecenin manşeti ne olmalı diye soruyorum kendime. Birkaç saatten bu yana karşılaştığım Vietnamlı yüzler geliyor aklıma Saigon Meydanı'na girişte mırıldandığım cümle eşliğinde; Yüzlerce Vietnamlı Tebessüm.

Müslümanlara giden yol üzereyiz bugün / 20 Ağustos 2018

“Tüm garipler, mazlumlar, ötelenmişler ve geride kalmışların yüreklerinde ‘yalnız değiliz' duygusunu oluşturabildiğimiz bir dünya düzenine, ‘iyilikler' vasıtasıyla kavuşmak” vizyonuyla hareket eden bir dernek vasıtası ile Vietnam'dayım; Sadakataşı Derneği.

Sadakataşı Derneği'nin kendisine hedef olarak koyduğu faaliyet alanlarını tariflerken kullandığı dile ilişkin bir cümleyi buraya alıntılamak isterim;

“Naif ve estetik yardımlaşma kültürünü, ‘sadaka taşları' modelini örnek alarak canlandırmak.”

Bu cümleyi kuruyor olmak başlı başına bir iddiayı dile getiriyor olmak demektir. Yardımlaşmaya dair günümüzde kurulan sorunlu dilin onarılmasına, dönüştürülmesine olanak tanıyan yanıyla önemli bulduğum bu iddia ile elbette yüzleşecek olan da Sadakataşı Derneği olacaktır. Allah muvaffakiyetler versin.

Sadakataşı Derneği'nin farklı alanlardaki faaliyetlerinin tanıklarından biriyim. Bangladeş'deki Arakanlılara yönelik yöresel mimariye uygun ev üretiminden tutun, İslam'ın öğrenilmesi maksadına binaen çocuklara yönelik dini bilgiler içeren kitapların basılıp dağıtılmasına, okul inşasına kadar çok sayıda faaliyeti söz konusu. Bu yardım faaliyetleri arasında Kurban Bayramlarında yürütülen kesim ve dağıtım organizasyonlarının ayrı bir yeri var. Kurban organizasyonlarında sadece bölgelere gidilerek kesim ve dağıtım organizasyonu yapılmıyor aslında. Tanışmalar, yeni faaliyet alanlarının belirlenmesi, ihtiyaca binaen proje üretimleri, üretilen projelerin etüt edilmesi, fizibilite çalışmalarının yapılması, gerçekleştirilen projelerin denetlenmesi gibi çok sayıda esas unsura lokomotiflik yapıyor Kurban organizasyonları.

Sadakataşı Derneği ile kuruluşundan bu yana tanışıyor olmama rağmen ilk defa bir organizasyon sürecini yakından görme fırsatım oldu bu bayram.

***

Ho Chi Minh City şehrinde konakladığımız otelden ayrılıyor ve yola koyuluyoruz. Vakit öğleni bulmuş durumda. Takriben 6-7 saat yolculuk yapacağımız bilgisi var elimizde. Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bölgelere giderek kesim ve dağıtım organizasyonumuzu yapacağız. Müslümanlara giden yol üzereyiz bugün.

Şehrin gürültüsünden, yoğunluğundan, kalabalığından kurtulmamız hayli zaman alıyor. Önce bir otobana çıkıyoruz, çok değil 10-15 dakika sonra terk ediyoruz otobanı ve tek gidiş tek gelişli yollara düşüveriyoruz.

Yolumuzu sürekli motosikletlilerle paylaşmak zorundayız. Trafik yoğun. Bir motosikleti sollamak bile büyük bir mesele. Yol öylesine dar ki, yola, yan yana iki araç ve bir motosikleti sığdırmanız bir hayli zor. Bu yüzden sollamalara korna sesleri de eşlik ediyor yoğun olarak.

Mekong Nehrinin akış yönüne göre ters istikamete doğru ilerliyoruz. Sağlı sollu bereketli topraklar ev sahipliği yapıyor bize. Pirinç tarlalarını, yol kenarlarında bir ayakları nehre dayanmış bir ayakları yolun kıyısında evleri, yöresel yiyecek satan seyyar satıcıları, evlerinin yola bakan yanını dükkân olarak tasarlamış müşterilerini bekleyen kadınları, sosyalist rejimin simgeleri ile donatılmış resmi binaları, devasa kahramanlık heykellerini, Ho Chi Minh posterlerini, onlarca köprüyü, okul oldukları her halinden belli olan yapıları, çarşılarıyla bir hayli canlı bulduğumuz kasabaları birer birer eksilterek ilerliyoruz bozuk asfalt üzerinde.

Aracımızdaki genç Mücahit ve şoförümüz Khan ile zaman zaman sohbet etmeye çalışıyoruz. Mücahit Kuveyt'te lise okuyor ama Arapçası henüz yeterli seviyede değil. Khan ise sadece Vietnamca konuşabiliyor olmasına rağmen vücut dilini konuşturma hususunda oldukça mahir.

Güneşi kollayarak ilerlediğimiz güzergahta gözlerimiz cami arıyor ama ne mümkün. Sonunda bir benzin istasyonuna seriyoruz seccadelerimizi. Itrîce tekbirler ile nihayetlendirdiğimiz bir miktar sessizlik iyi geliyor hepimize.

Navigasyona bakılırsa daha yolun yarısında bile değiliz. Yol büyüdükçe büyüyor gözlerimizde. Ortalama 40 km hızla anca ilerliyoruz. Nehrin kollarının üzerine kurulu köprüleri aşarak ilerlediğimiz yolda iki defa arka arkaya nehir üzerinde çalışan feribotları kullanıyoruz. Kaptan ve bir mürettebata ilaveten üç beş araba, çokça motosiklet ve seyyar piyango satıcılarından müteşekkil feribotumuz 5-10 dakika içerisinde geçiveriyor nehri.

Yavaş yavaş Müslüman yüzler görmeye başlıyoruz. Başörtülü kadınların ellerinden tuttukları çocuklarına bayramlık alışlarını gösteriyoruz birbirimize. Evler daha bir nizamileşiyor buralarda. Temizlik anlayışları gözle görülür bir biçimde farklı mahallelerden geçiyoruz. Helal logolu minik restoranlar, daha evvel hiç görmediğimiz, adını öğrenmeye çalıştığımızda telaffuzunda zorlandığımız meyvelere ait tezgahlar, bir iki büyükçe sayılabilecek yöresel mimari öğeler taşıyan cami, bağdaş kurup oturmuş halde sırayla şarkı okumakta olan gençler gündüzün üstünü örtmeye başlayan akşama dair aklımda kalan sahnelerden.

Angiang şehrine vardığımızda öncelikli işimiz bir otel ayarlamak. Şehrin en merkezi noktasında, Ho Chi Minh City şehrinde kaldığımız otelin üçte biri fiyatına bir otelle anlaşıyoruz ve odalarımıza dağılıp bir miktar yorgunluk atıyoruz. Sonrasında otelin bize tahsis ettiği bir ara katta Türkiye'den getirilmiş nevalelerden oluşan bir sofra kuruluyor. Akabinde yaya olarak küçük bir şehir turuna çıkıyoruz. Köşedeki kahvecinin büyüsüne kapılıyor ve kahve söylüyoruz kendimize.

Sabah olduğunda önce bayram namazına gideceğiz. Sonrasında Sadakataşı Derneği'ne kurban bağışında bulunanların kurbanlarının kesimlerini organize edeceğiz ve dağıtımları gerçekleştireceğiz. İçi kıpır kıpır oluyor insanın. Bayram da biraz böyle bir şey galiba, yaşınız kaç olursa olsun çocukluğunuza sabitliyor sizi.

***

Gece aniden uyanıyorum. Henüz iki saat olmamış uyuyalı. Uyanış o uyanış. Gün doğumuna daha çok var. Ülkem ve sevdiklerim geliyor aklıma. Gece boyu konuğum oluyorlar. Sabah yüzünü göstermeye başladığında şunlar dökülüyor dilimden;

“İnsan bir annesini unutamıyor bir de babasını kendisini bayram sabahına ulaştıracak gecenin sessizliği çökmüşken.

Arefeden annem hazırlardı bayrama bizi, gece boyu pırpır eden yüreğimizi bayram namazı için babamın avuçlarına bırakırdı.

‘Bayram sabahı, Vietnam'”

Şimdi namaz vakti, önce sabah, sonra bayram.

 

Kurban Yaşatır / 21 Ağustos 2018

 

“Ölü kalbimiz dirileydi

hakka dönüp sadakayla yıkanaydık

dünyaya hiç meyletmeyeydik.”

Cahit Zarifoğlu

 

Kaç yaşında olursanız olun bayram çocukluğunuza sabitliyor sizi diye bir cümle kurmuştum ya hani, işte onu yaşadığımızı hissediyorum sürekli. Aldığımız nefesler daha bir dolu dolu bu sabah, valizden çıkan temiz kıyafetler giyilmiş, seneler öncesine gidiş gelişler, bir film şeridi gibi gözlerin önünden geçen hatıralar, kendi kendine gülümsemeler, üzülüşler, göz dolmaları, ama illa ki güzellikle akan bir zaman dilimi…

Otelin kahvaltı salonunda önümüze gelen katalogdan kaç numaralı kahvaltı seçeneğini istediğimizi soruyor garson, şöyle bir göz gezdirdikten sonra peynirli ya da soğanlı yumurta seçeneğinde ittifak ediyoruz biz masadakiler. Dedim ya her şey çocuksu ilerliyor bu sabah diye; espriler çoğalıyor, gülüşmelerimiz boş olan kahvaltı salonunu dolduruyor. Ahmet Emin geliyor, masadan birkaç zeytin atıyor ağzına, biraz peynir koyuyor ekmeğin arasına. Bir yandan iştahla yerken öte yandan eliyle de sözlerini destekler mahiyette hareketler yaparak ‘çok güzel bunlar' diyor, ‘çok güzel'.

Aracımız Müslümanların mahallelerinden birine doğru yola koyuluyor. Yine Mekong nehrinin kollarından biri üzerine kurulu bir köprüden geçer geçmez Müslüman mahallesine düşüyoruz. Koyu kahverengi ve dayanıklı bir ağaçtan yapılma tertemiz evlerin önünden geçerek ilerliyoruz. Geniş yapraklı ağaçların gölgelediği, bir tarafı nehrin üstünde kalan, genişçe bir salonun dünyaya açık tutulduğu bu evlerin önündeki ve içindeki manzaralar hep tanıdık. Yeni banyo yaptırılmış çocuklar, en güzel kıyafetlerini giyerek bayramı karşılamaya hazırlanan kadınlar, beyaz entarileri ile camiye doğru yol almakta olan erkekler.

Bir caminin önüne geliyoruz. Solumuzda nehir akıyor, biraz ileride Dubaililerin yaptırdığı demir köprü duruyor, cami dolmuş durumda, bayram namazı eda ediliyor, eller duaya durmuşken üzerimize düşen gülümsemelere misliyle mukabelede bulunuyoruz. Bir süre sonra ‘Eid Mubarak' sesleri arasında hem birbirimizle hem de Vietnamlı dostlarımızla kucaklaşıp bayramlaşırken buluyoruz kendimizi.

Kurbanlıklarımızın olduğu alana geliyoruz. Onlarca büyükbaş hayvan yan yana dizilmiş bir şekilde duruyorlar. Bizimle birlikte mahalleli de geliyor kesim alanına. Kasaplar da geldi şimdi. Bağışçılarımız için hayvanların en güzelini seçerek başlıyoruz işe. Pankartlarımız asılıyor, kasaplara özel hazırlanmış giysilerimizden giydiriyoruz kasaplara.

Her bir hayvan için 7 kişi önceden belirlenmiş durumda elimizdeki listelerde. İlk hayvan ustalıkla yatırılıyor yere, bıçağı keskin kasap hayvanın boğazının ardına konumlanıyor, hemen etrafında olası bir olumsuzluğa karşın tetikte bekleyen yardımcılar var, kadınlar ellerinde tepsilerle biraz daha gerideler, çocuklar babalarının bacak aralarından bakmaya çalışıyorlar ve ilk 7 kişinin ismini okuyarak kasaba veriyorum vekaleti.

İlk kan toprağa düştüğünde, Habil'den İbrahim'e, İsmail'den İstanbul'a, Vietnam'ın An Giang şehrine kadar büyük bir tarih akıp gidiyor gözlerimin önünden.

İsimler tek tek okunurken, etrafta büyük bir organizasyon kabiliyetine tanıklık ediyoruz aynı zamanda. Kasapların ustalığı, hayvan derilerinin itina ile ve daha evvel görmediğim bir hızla yüzülüyor oluşu, büyük parçalara ayrılan etlerin mahalle sakinlerince cami bahçesinde kurulan parçalama alanına taşınması, bizim için düşünülmüş meyveler filan derken ortamın en itibarlı hanımlarından biri geliyor yanımıza, öyle sanıyorum ki, ‘bir şeyler yediniz mi siz' diye soruyor bize tüm anaçlığıyla. Ahmet Emin gülerek yemez onlar diyor, bir kısa konuşma sonrasında hemen önümüzde bir yerde küçük bir ateş yakılıyor, yeni kesilen hayvanların sırt kısmından ince ince doğranmış bir miktar et konuyor ateşin üstüne. Sadece tuz var merak etmeyin diyor Ahmet Emin yine o muhteşem gülüşüyle. Bir süre sonra önümüze gelen tabaklarda gerçekten sadece et var. Ama yanında bir tabak daha mevcut, sos. Tuz olarak bunu kullanabilirsiniz diyor Ahmet Emin. Bir parça eti sosa bandırıyorum, biraz tuz, biraz karabiber, bir de limon tadı alıyorum, fena da olmamış hani.

Bir delikanlı geliyor yanımıza. Konya'da İşletme okuyormuş. YTB Bursu kazanarak gitmiş Türkiye'ye. Bize ülkemizi anlatıp duruyor büyük bir heyecanla. Her cümlesinin sonuna bir ‘elhamdülillah' iliştirmeyi de ihmal etmiyor. Türkçe'yi zor öğrendiğini ama çok iyi konuşmak için çok çaba sarf ettiğini söylüyor. Bize de teşekkür ediyor, sizler diyor, iyi ki geldiniz, ufkumuzu açtınız, önümüzü açtınız.

Ahmet Emin de benzer şeyler anlatmıştı. 10-15 yıldır dışarısı ile irtibat kuruyor olduklarını ve bunda Türkiye'den gelenlerin önemli bir rol oynadığını söylemişti. Ahmet Emin de oğlunu Türkiye'de okutmak isteyenlerden, bunu ifade ederken bile heyecanlanıyor, inşallah diyor uzaklara bakarak, inşallah, inşallah.

Güneş en tepede değil artık, istikametini toprağa vermiş durumda. Kesim işlemimiz tamamlandı. Dağıtım için hazırlıklar sürüyor. Gece uyumamanın verdiği uykusuzluk hali, yorulmuşluğuma eşlik edince caminin fayanslarının üzerinde kolunu baş yastığı yapmış vantilatörlerin altında uyuyan bir insana dönüşüveriyorum. Kısa bir öğlen uykusu diyebiliriz bunun adına, şekerleme ya da kaylule.

Dağıtım için özenle hazırlanmış kurban etlerimizin sahiplerine ulaşmasına geliyor şimdi sıra. Görev paylaşımı yapılmış durumda. Bizim dağıtım yapacağımız bölge belirlenmiş, diğer ekipler oluşturulmuş. Yola düşüyoruz.

Tarifi imkânsız bir his bu, Türkiye'den Müslümanların dünyanın en güzel insanlarına yolladıkları emanetleri özenle teslim ediyor olmak ve her seferinde yüzüne tatlı bir gülümseme ekleyerek elini kalbine götüren insanların dualarından nasiplenmek.

Dağıtımı gerçekleştirdiğimiz bölgede bir cami var, Jamiul Azhar (Ezher Camii). Cami 1989 yılında yapılmış. Bahçesinde çok sayıda eski yeni mezar taşına rastlıyoruz. Buralara İslam'ın girişi oldukça eski dönemlere dayanıyor. Uzak doğudaki İslam toprakları için genelde anlatılan ‘müslüman tüccarlar' hikayesi burada da var. Özellikle Yemen bölgesinden gelen Müslümanlar sayesinde İslam'la tanışmış bu bölge insanı. Kendilerini Çam milleti olarak tanımlıyorlar. İki asır kadar evvel Çam Müslümanları tek bir krallık altında yaşıyorlarmış. Sonrasında parçalanmışlar ve Kamboçya, Laos ve Vietnam'a dağılmışlar. Vietnam toplam nüfusunun %1'i kadarlar. Kendilerine ait dilleri var. Yıllar yılı dünya Müslümanlarından kopuk olarak yaşam sürmüşler. Geleneklerini muhafaza ederek, geleneklerine yaslanarak korumuşlar kendilerini. Fransızların bölgeye gelişleri, güçlenen direniş kültürünün doğurduğu sosyalist rejim ve Amerikalıların yıllar süren savaşı bölgeyi sürekli geriye atarken Müslümanların da durumdan nasiplendiğini öğreniyoruz. İslam dünyasından kopuk yaşamanın da bir bedeli olmuş tabii. Daha yeni yeni dış dünya ile irtibat kurabiliyor Müslümanlar. Türkiye'den bölgeye giden yardım kuruluşlarının, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının, TİKA'nın gördüğü işlev bu anlamda inanılmaz sonuçlar doğuruyor.

İşimiz sona erdiğinde tatlı bir yorgunluk kalıyor üzerimizde. Ayrıldığımız mahalleden bizi el sallayarak uğurlayan yüzler alıyor yorgunluğumuzu.

Havanın rengi çekiliyor, göğün renkleri direne direne, kendilerinden taviz vere vere azalarak yerlerini karanlığa bırakacak birazdan. Ezanlar düşecek bu İslam beldesine bir kez daha. Bizim için artık yola koyulma vakti geliyor. Gece gündüzü aldığı gibi içine bizi de içimize döndürecek belli ki. Derin bir tefekkür hali çöküyor üzerimize, ağır ağır ama sarsıntıyla yol alan arabamızın camından insanlar, motosikletler ve ışıklar akıyor sürekli. Uzunca susuyoruz sonra.

Paylaş:

Naif ve estetik yardımlaşma kültürünü, ‘sadaka taşları’ modelini örnek alarak canlandırmak.
Tüm dünya yoksulları, garipleri, yetimleri için kalıcı projeler üretmek.
Kuraklığın hüküm sürdüğü, yer altı ve üstü sularının kirli olduğu coğrafyalarda temiz, içilebilir su kuyuları açmak.

Devamını Oku
Sosyal Medya Bilgileri

İletişim Bilgileri
  • Kısıklı Mahallesi. Ferah Caddesi. Numara : 6/B Uskudar / ISTANBUL / TURKEY
  • +90 216 614 04 61
  • sadakatasi@sadakatasi.org.tr

Copyright 2018 Sadakataşı. Tüm Hakları Saklıdır.

Design by Tuşsesleri.